SAMİMİYET KOKUSU

AV.FATMA ŞEREF POLAT fatmaseref@hotmail.com

Bahçıvanım derler bağı bilmezler,
Gülüş hırsızları, gül hırsızları!
Yürekler dağlayan dağı bilmezler,
Duygu hırsızları, dil hırsızları!

Aşık Hüdai

Her şeyi duyduğumuz ama dinlemediğimiz, pek çok şeyi gördüğümüz ama okumadığımız, birbirimizi işittiğimiz halde hiç anlamadığımız tuhaf bir salgın var sanki… Buna rağmen hala yağmurdan sonra toprak kokusu, bebek kokusu, kitap kokusu ve elimize ilk kez aldığımızda geniş sayfalardan yüzümüze vuran gazete kokusu gibi ortak sevdiklerimiz var. Özellikle de o eski bulmacalı gazeteleri çok özledik öyle değil mi? Her ne kadar internet çağı desek de söz uçar yazı kalır, ağ çöker bası kalır, kâğıt tutuşsa izi kalır tesiri kalır diyoruz. Ve matbaa mürekkep kâğıt kokusundan vazgeçemiyoruz. 

Kokuda bir hikmet var muhakkak ve belki bu yüzden genelde görünmeyen ama hissedilen gerçekleri koku ile tanımlarız. Bir de son zamanlarda hiç bulamadığımız ya da nadiren rastladığımız oksijen kadar hayati bir rayiha var ki: Şems-i Tebrizi ona “samimiyet kokusu” adını vermiş. Bunu tanımlamak tarif etmek izah etmek zor. Zaten tarifi ve taklidi yapılamıyor. Mevlana’ya göre haramzadeler bu kokuyu hiç tanımadıkları için duydukları zaman dayanamıyorlar hatta fenalaşıp rahatsız oluyorlar. Çünkü onlar kendi alışmış oldukları kolaycılık, yalakalık, eyyamcılık gibi doğal sandıkları atmosferin dışına çıkamıyorlar. Haram lokma deyince sadece etlik hayvanlar “İslami usullere göre kesilmiş mi?” kaygısının öğretildiği bir toplumda haktan nasıl bahs edeceğiz? Yukarıdaki dörtlükte Aşık Hüdai’nin söylediği gibi duygu hırsızları, ümit hırsızları, gelecek hırsızlarını nasıl anlatacağız? Çocuklarımızı işe yerleştirmek için torpil tanıdık ararken hicap bile duymuyoruz. “En azından atanacak adaylarla eşit şartlarda olsun” noktasına kadar geldik. Oysa, ülkemiz için, kırk yılı aştığını bildiğimiz sınavlarda soru çalınması veya kamu personeli seçme sınavlarında 95 üstü puan alanların bile mülakat kurbanı olması gibi facialar, 6 Şubat Deprem’inden daha yıkıcı değil mi? Kim kimin yerinde bilmiyoruz ve hala devam ediyoruz görmezden gelmeye…

Daha da tuhaf olanı, kimse rahatsız değil başkasının yerini kapmaktan, yanındakinin ayağını kaydırmaktan, öbürüne çelme takmaktan. İşe yarar bir iş yapmadan bir şeyin başına geçmek ne kadar muhteşem olmalı ki dayanılmaz bir bağımlılık yaratıyor. O koltuk, o makam, o araç her şeyden kıymetli ama o da yetmiyor. Ertesi gün bir üste göz dikiyor. Bir şey yapmaya, üretmeye ya da vatandaşın bir yarasına merhem olmaya değil, bir üste iki üste yaranma telaşı, ona fırsat yoksa hiçbir şey yapmadan durma, risk almama koltuğu muhafaza etme çalımları, günlük bütün iştigali…Çünkü zaten oraya bir şey üreterek ve gerçek bir başarı göstererek gelmemiş. Bu basmağa nasıl çıktıysa diğerine de öyle atlaya bileceğini biliyor.  Bu zihniyet böyle işliyor. Yıllarca samimi emek vermiş ama yerinde saymış, hizmeti görülmemiş, başarısı hiç taltif edilmemiş olanlar da bakıyor ki sistem böyle işliyor ve belki farkında olmadan aynı tuzağa düşüyor. En tehlikeli olan da bu işte! Ülkenin damarlarında temiz kan bulunamıyor oksijen hızla düşüyor. Merkez ve yerel arası sinirler hasar alıyor. Halka dokunan parmaklar kaldı ise de beyne mesaj iletilemiyor. Dahası organların birbiri ile sağlıklı iletişimi kesiliyor. Bu modeli bütün ülke çapına, kurumların iç işleyişine, STK’lara, hatta medya, ticarete, kültür sanat dünyasına da ve kendi hayatınıza da yorumlasanız sonuç aynı. Herkes birini suçlayarak kendisine bakmıyor. Oysa her gün kalbimize sormalıyız bugün kendi özümden, samimiyetimden, inançlarımdan ne kadar taviz verdim, kendimi ve çevremi bundan ne kadar koruyabilirim diye…

Her şey en kolayını en kârlısını bulmak içinse, bu boyutta en fazla yüz yıl kalacağız buna değer mi?  Ve bu yolla kimse mutlu olamadı. Kolay ilk anda cazip olabilir ama sadece zoru tercih edenler hür kalabilir. Ve ancak onların sesi insanların yüreklerine dokunabilir. Bunca bütçe, bunca reklam, rakamını bilmediğimiz destekler, vergi muafiyetleri, iktidar ya da muhalefet partilerinin yandaşı olmak, falanca ideolojinin kalesi olmak, filanca cemaatin gözdesi olmak, gibi akıl almaz güçleri ile ekranları ışıltılarla kaplayalar neden hiçbirimizde kalıcı bir tesir bırakmıyor bir düşünün: Görüyoruz geçiyoruz o kadar!

Velhasıl bu çerçeveden bakınca, her zaman yerel basınımızı daha samimi, çok gerekli ve önemli buluyorum. Zorluklar içinde yoluna devam edenlere başarılar diliyor 4 yıldır Akşehir’de yayınlanan İstasyon Haber Gazetesi’nin Konya’ya gelişini kutluyorum. 
Biz yazarlar, şairler, kültür sanata gönül verenler ve gazeteciler halka en yakın gözlemciler, hatta halkın kendisiyiz ve bu toplumun kalbiyiz diye inanıyorum. En azından bu cephede samimiyet kokusunu, hakikat mücadelesini, insana gerçek saygıyı savunabilirsek bu çağa kalıcı bir imza atmış, bu dönen devrana karşı da bir zafer kazanmış oluruz diye inanıyorum. Batı Cephesinin Haber İstasyonu, Selçukya Dârülmülk’ü Konya’ya hayırlı olsun.