Gönlümdeki ATSIZ

BÜLENT KESKİN bkeskin42@gmail.com

Nedendir bilinmez diyeceğim ama aslında birçok şeyin neden olduğu da bilinir, bu dünyada! Başlığı okuyanlardan bir kısmının büyük harfle yazdığım ikinci kelimeyi gördüğü an kafalarındaki önyargıların her şeyin önüne geçtiğini görür gibi oluyorum, umarım yanılıyorumdur. Aslına bakılacak olursa; bu tavır insanımızın genelinde bulunmaktadır ve bilmeden, araştırmadan, doğru dürüst öğrenmeden herhangi bir konu veya kişi üzerinde konuşmayı çok severiz; insanlık açısından da, örfümüz ve dinimiz açısından da hiç uygun olmasa da…
Bir yazar veya düşünür hakkında bilgi edinmek, düşüncelerini, neleri savunduğunu, nelere karşı olduğunu öğrenmek istediğimizde bakmamız gereken ilk şey onun yazdıklarıdır. Hüseyin Nihal Atsız, yazdıkları okunmadan, öğrenilip düşünülmeden pervasızca yargılanan, kulaktan dolma aslı astarı olmayan sözler ve yakıştırmalarla yalan yanlış hüküm verilen kişilerdendir. İnsan bilmediğinin düşmanıdır sözünün belirttiği anlam üzerine, onun eserleriyle tanışmamış olsaydım ben de bazı önyargılar taşıyor olabilir miydim sorusunu kendime sorsam, cevabım belki de evet olurdu. 
Hafızamı yokladığımda ilk gençlik yıllarımda okuduğum ilk eserinin Osmanlı Devletimizin Fetret Dönemi sonrasında İsa Çelebi ve onun meçhul oğlunun anlatıldığı Deli Kurt olduğunu hatırlıyorum. Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor kitaplarının birleştirilerek basıldığı Bozkurtlar’ı onun arkasından okumuştum. Ruh Adam, Türk Ülküsü, Türk Tarihinde Meseleler, Dalkavuklar Gecesi ise okuduklarımdan şuan aklıma geliverenler. Yolların Sonu adını verdiği şiirlerini okumam ise sanırım bunlardan daha sonraydı. Kendisinin “Aşıkpaşaoğlu Tarihi” tarihçilerin “Aşıkpaşazade Tarihi” dediği, Türk tarihi açısından fevkalade kıymetli olan eseri bilim dünyasına kazandıranın da o olduğunu ve bunu da lise yıllarında okuduğumu hatırlıyorum.   
Onun eserlerini okurken dilinden ve akıcı üslubundan dolayı sayfaların birbiri ardı sıra nasıl geçtiğini fark etmezsiniz. Bazen bir metni okurken cümlenin bir yerini anlayamayıp geri dönmek gibi bir durum, Atsız’ın eserlerinde söz konusu olmaz. Okuduğunuzu anlamamak, bu yüzden yeniden okumakla da karşılaşmazsınız. Okuyanı adeta sürükleyen, ruhunu zamanlar ve mekânlar arasında dolaştıran, olduğu yerden bir bambaşka âleme doğru çekip götüren bir tarzı vardır. Öyle ki ve hatta muhakkak ki Deli Kurt’ta Murat Bey’in Gökçen kızın gözlerini ilk gördüğü anda orada siz de varsınızdır! 1400 sene öncesinin anlatıldığı Bozkurtlar’da Kürşad, kırk çerisiyle birlikte kanının son damlasına kadar savaşırken kılıcınızdan kan, gözlerinizden yaş damladığını hissetmezsiniz bile! Sanki zaman mevhumu ortadan kalkıvermiştir.
“En sonra ölüm kızı onun eline bir sağrak sundu. Kür Şad bu acı sağrağı gözünü kırpmadan içti. Atının yelesine kapandı. Başını dayadı. Sağ elinde kılıç hâlâ sımsıkı duruyor, sol eli sarkıyordu.
Kür Şad ölmüş, fakat attan düşmemişti.
Ölmüş, fakat yenilmemişti...”     
Türk tarihini bir bütün olarak, kurulan devletleri sanki bir hanedan değişikliği şeklinde görmesinin ve eserlerini buna göre kaleme almasının etkisini rahatlıkla görebilirsiniz. Ruh Adam’da Selim Pusat’ın neler yaşadığını, gönlünden neler geçtiğini, söyleyemeyip kelimelere döktüklerini, Güntülü’yü, Yüzbaşı Kubudak’ı ve romanda geçen tarihi kimliklerle günümüz arasında bağlar kurmaya çalışırken;  
“Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
 Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
 Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
 Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.”
Mısralarıyla başlayan, muhatabı tarafından zarfı bile açılmadan getirilip masanın üstüne bırakılan “Geri Gelen Mektup”u okurken, içinizin nasıl da titreyeceğini ve bunu derinden hissedeceğinizi tahmin ediyorum.
Edebiyatımızda kaç kişiye nasip olur bilmiyorum ama en son baktığımda Bozkurtlar; 140’ıncı, Ruh Adam;86’ncı ve Deli Kurt ise 85’inci baskısına ulaşmıştı. Bu rakamlara ne kadar olduğu belli olmayan korsan baskılar dâhil değildir.
İstanbul’un Fethi’nin 500’üncü yılı, onun ve yakın çevresinin girişimiyle 1953 yılında kutlanmış, bu tarihten sonra da her yıl kutlanmaya başlanmıştır. Hakeza sekiz arkadaşıyla birlikte Çanakkale’ye yaptıkları yolculuklarında yaşadıklarını ve orada hissettiklerini anlattığı “Çanakkale’ye Yürüyüş” isimli eseri Çanakkale Zaferi’ni anma günlerinin yaygınlaşması ve Türk gençlerinin bu zaferden ilham almalarını sağlaması açısından da önemlidir.  
 Kırk yedi yıl önce, 11 Aralık 1975 günü dünyasını değiştiren Hüseyin Nihal Atsız’ı saygıyla ve rahmetle anarken bu yazımı da “Yolların Sonu” isimli şiirinden bir dörtlük ile nihayetlendirmek istiyorum. Âziz ruhu şad olsun.
Selam ve saygılarımla…

“İster düşün... Kendini ister hayale kaptır...
 Uzar uzar, çünkü hiç sonu yoktur yolların.
 Bakarsın aldanmışsın, gördüğün bir seraptır
 Sevimli bir hayale açılırken kolların…”