GURBET TRENİ
Çocukluğumuz, istasyonun küçük bahçelerinde geçti. Trenlerin geliş gidiş saatlerini bildiğimiz için, nerde olursak olalım koşa koşa tren geçerken ona yetişip el sallardık. Hiç tanımadığımız yolcular da bize gülümseyerek el sallardı. Demir para harçlıklarımızın içinden gözden çıkarabildiğimizi ray üzerine koyar, tren geçtikten sonra alırdık. Üstü yazılı paralar dümdüz olurdu, kabartmaları ve yazıları silinirdi. Çocukluk işte, yok senin ki az silinmiş, yok benimkinin yazıları duruyor gibi aramızda münakaşalar yapardık. Evimiz İstasyona çok yakındı. Yedi sekiz arkadaş hep birlikte oynardık. Ray sesleri kulağımızın en tanıdık melodisiydi.
Eskiden ulaşım sorunu vardı. Diğer il ve ilçelere gidebilmek için insanlar ya otobüs, ya tren kullanmak zorundaydı. İstasyonlar insanlarla dolup taşardı. Tren ve istasyonlar bana hep ayrılığı hatırlatır. Sanki o kara posta treni yolcuyu alıp götürecek ve o yolcu bir daha hiç geri dönmeyecek gibi gelirdi. Ayrılıkların, hüznün, gurbetin, acının adresi trenler.
Sonra bir düdük öter,
Kesik çığlıklarla der:
Buradan bildik gidenler,
Yarın döner yabancı...
Necip Fazıl Kısakürek
Harekete geçtiğinde o acı acı öten tren düdüğü, yolcusunu alıp giderken kalbine saplanan bıçak bin kere daha döndürürdü kendini içinde. Ve yolcu beklide geri hiç dönmezdi. Dönerse de şairin dediği gibi bir yabancı gibi dönerdi. Çocukluğumda Almanya ya işçi olarak gitmek isteyenler çoğunluktaydı. Bizim mahalleden on on beş kişi yazılmıştı. Biz de yan komşumuzu uğurlamak için tren istasyonuna gelmiştik. Nasıl bir uğurlama ise, sanki yola gitmiyor da mezara gidiyor gibi ağıtlar istasyon binasının taş duvarlarını çınlatıyordu. Anneme sordum neden bu kadar çok ağlıyorlar. Annem kızım komşularımız gurbete gidiyorlar. Gidip de dönmemek var, gelip de görmemek. Vayyyyy nasıl bir tanımlama yapmıştı annem, insanın içine ok gibi saplanıyordu bu sözler.İki gün sonra bin bir gözyaşı ile uğurladığımız komşularımız geri döndü. Sevindim tabi ki ama neden gidip neden geri döndüklerini bilmiyordum. Annem ve geri dönen komşumuz Ayşe teyzeden duyduğuma göre eşinin göz kusuru varmış,bunu sakatlık saymış Almanya resmi makamları işçi olarak yeterli değil deyip uçağa bindirmemişler. 1961 ve 1973 yılları arasında Almanya ikinci dünya savaşından sonra yeniden toplanmak için Türkiye den aldığı işçilerin bizzat sağlıklı insanlar olmasına çok önem verdiği komşumuzu kabul etmeyişinden belliydi. Aradan çok geçmeden bu sefer komşumuzun oğlu Yılmaz yazıldı. Almanya işçiliğine , bir evin bir oğlu Yılmaz. Geçimlerini ayakkabı tamirciğinden kazanıyorlardı. Yoksulluk her eve ayrı ayrı çökerken babasının bu yönde karar almasına ses çıkaramadı Yılmaz. Her nedense Almanya dediler mi hep aklıma Hitler geliyordu. Hani gaz odalarına Yahudileri doldurup öldüren katil adam.Nazi kampları,çıplak ve diri diri gömülen yakılan insanlar.Yılmaz da Almanya’ da Nazilerin saldırısına uğrar ölürse diye geçirdim içimden. Yok dedim, hay dilimi eşek arısı soksun, nerden geldi şimdi ölüm aklıma.
Onunla beraber büyümüştük, beraber oyunlar oynamıştık, beraber okula gitmiştik. Biraz büyüdüğümüzde her ne kadar birbirimizden aralaşmış olsakta birbirimizi görebiliyorduk. Okuyup öğretmen olacağım Nilgün demişti. Ben okulumu bitirip dönünceye kadar evlenme olur mu demişti. Sanki ne olurdu ki ‘’ Yarim olur musun ‘’ diyebilseydi. Yılmaz oldum olası utangaç bir çocuktu hep.
Öğretmen okuluna gidemeden Almanya yolunu tuttu. Bütün hazırlıklar tamamlandı. Yarın dokuz postası ile Yılmaz İstanbul’a gidecekti. Bütün mahalle hepimiz istasyonda toplandık gurbet trenini bekliyorduk..Tren geldi,elinde bir çanta,içinde birkaç kıyafet ve annesinin yılmaz için yaptığı yolluk çörekler vardı. Annesinin hıçkırıkları hiç dinmiyordu. Babası çok belli etmese de yüzüne dökülen hüznü görebiliyordum. Herkesin elini öptü,kucaklaştı,vedalaştı,helalleşti. Sıra bana geldiğinde bir adım attı durdu, sonra tekrar bana doğru yürüdü. Hiç başını kaldırmıyordu. Ben gidiyorum Nilgün,beni bekle dedi ve hızla dönüp çantasını eline aldı trene doğru yürüdü.Beş dakika sonra kompartımanın penceresinde zoraki bir gülümseme ile al salladı. Yine bekle demiş gitmişti. İstasyon, trenler, raylar,dumanlar yine kendine yakışanı yapmıştı. Yolcusunu alıp giderken geriye bıraktığı hüzne bir de düdük çalmaz mı. Trenin ilk hareket ettiğinde çaldırdığı düdük arkada kalanlara bir avaz gibiydi. Avaz işte hem de avaz avaz. O gidiş o gidiş Yılmaz bir daha hiç geri dönmedi. Belki de dönmek istemedi. Arada annesine soruyordum, Yılmaz nasıl iyi mi diye. İyidir her halde, gitti gideli ne mektup yazdı ne aradı bizi. Küstü bize galiba dedi ve ekledi . .Bu Almanya, bu evlat hasreti benim başımı yiyecek.Yılmazı görmeden öleceğim dedi.Yakınlarda Almanya dan kunduracıların Halil geldi. Yılmazı görmüş, yanında sarışın, mavi gözlü bir Alman hanım, bir de çocuk varmış. Ben evlendim demiş. Almanya sadece oğlumu almadı, gelinimi, torunumu da aldı elimden dedi ve ağlamaya başladı. Oysa bekle dememiş miydi bana Yılmaz. Ben bekledim o hiç gelmedi. Ah işte, trenler hep götürürdü, bu yüzden hiç getirmeyeceği yolcular için o acı acı düdüğünü öttürürdü. Çeşmeden doldurduğum testileri yerine koydum. Boğazım düğüm düğüm ağlamamak için kendimi zor tutuyorum. İçerde dedem sigarasını tüttürüyor,Delta radyosundan Yüksel Özkasap türküsü ‘’ Yemin ettim dönmeyeceğim anavatana,ikimizi ayıran zalim Almanya’’