Sonbahar, bizim yaşadığımız coğrafyada eylül, ekim, kasım aylarını içine alan mevsimin adıdır. Eylülde yaz sıcakları etkisini yitirirken, ekim ayının sonlarına doğru yaklaştıkça havaların soğuduğunu ve gündüz-gece sıcaklıklarının farklılaştığını hissederiz. Artık ağaçların yapraklarını rüzgârın kuvvetine bıraktığını, bazen hafif şiddetli bazen sağanak halinde rahmetin toprağa düştüğünü de fark ederiz. Kasım ayında ülkemizin doğusuna doğru gittiğimizde ise bazı yerlerde yerkürenin bembeyaz bir örtü ile kaplandığını görürüz ki sonbaharın oralarda bittiğinin göstergesidir bu durum… Sonbahar, öyle güzel bir mevsimdir ki birçok şiir ve romanın yazılmasına, bestenin, resmin ve filmin yapılmasına sebep olmuştur. İnsanların ilkbahardaki coşkusunun, yaz aylarındaki koşturmacasının ardından sonbaharın geldiğini hissettikleri andaki duygularını yansıtma isteklerinin muhakkak ki bu eserlerin meydana gelmesinde etkisi olmaktadır. Sonbaharın gelmesi insana kendini hatırlatmaktadır sanırım. Sonbaharda dünyaya gözlerimi açtığımdan mıdır bilmem her sonbaharın gelişi beni hep etkilemiştir. Bu etkileme mevsim değişikliğinden etkilenme manasında değil bilakis bazı şeyleri fark edebilme anlamındadır. Bazen bitmez tükenmez bir konuşma isteğiyle içimden geçenleri söylemek geçer içimden bu mevsimde… Bazen de susmak, konuşmamak, yaşadığımı düşündüğüm saniyelerden daha fazla sayıda olduğunu zannettiğim yere dökülmüş yaprakların üzerine basarak saatlerce yürümek ve yalnızca kuru yaprak çıtırtılarını duymak… Sonbahar, hüzün mevsimidir. Bundan dolayıdır ki bir adı da hazandır. Hazan, hüzün sözcüğünün çoğuludur. Uzun yıllar ötesinden hatırladığım bir şiir mısraında şair, “Her hüznün fincanıdır kahverengi gözlerim” derken hem kendi gözlerini hem de ağaçların sararıp kahverengiye dönen yapraklarını mı kastetmiştir bilinmez. Ama anladığım odur ki şairin ve bu şiiri okuyanların gözleri ister mavi, ister yeşil, ister siyah hatta kahverengi olsa bile benim yaşımdaysalar gönüllerinin rengi hüzünlerinden dolayı sonbahardaki yapraklar misali kahverengiye dönmüştür. Belki de yalnızca ben böyle düşünmüş de olabilirim… Yağmurun çok yağdığı ikinci mevsimdir sonbahar. Ağaçlar çiçek açtığında yağan ilkbahar yağmurları her tarafa rayihaları yayarken, sonbahar yağmurları dallarına çok az tutacak parçası kalmış yaprakları yerlere dökerler. Yaprakların yanında ağaçları da üzerindeki tozlardan, böceklerden ayırarak temizlerler aynı zamanda. Her damla gözyaşının insanın dertlerini, üzüntülerini temizlediği gibi… Hangimiz yağmur yağarken yürümekten hoşlanmamıştır ve şayet hüzün doluysa gönlü gözyaşlarını yağan yağmurun damlalarıyla karıştırmaktan kaçınmamıştır? Okulu sevmeyen çocukların en sevmediği, gelmesini hiç istemedikleri mevsimdir sonbahar. Yaz aylarındaki serkeşliğin sona erdiği, hayallerin ve oyunların sınıf(!) adı verilen dört tarafı duvarla çevrili, içerisinde tahtadan sıraların olduğu, tebeşirin tahtaya yazmak için değil de küçük parçalara ayrılarak arkadaşların kafasına atmak ve tozunun teneffüslerde yaramazlık yapmak için kullanıldığı mekânlara tıkılmanın başladığının habercisi olan zamana verilen isimdir, onlar için! İlkokul kitaplarımızda bağbozumu diye adlandırılan, üzüm vb. meyvelerin toplandığı, kışlık yiyeceklerin, özellikle de turşu ve konservelerin hazırlandığı zaman da sonbaharın ilk ayı olan eylül ayıdır. Ben nasıl yapıldığını canlı olarak görmedim ama babamın soğuk kış sabahlarında kahvaltı esnasında veya okula gitmeden önce zorla(!) içirdiği, daha doğrusu içmek zorunda bıraktığı milli içeceğimiz pekmezin de hazırlandığı zamanlar sonbaharın ilk ayıdır genellikle…Sonbaharı insanların çoğu sevmese de sebebi nedendir bilmem oldum olası severim! Havanın hafif serinlemesi, renginin gri tonlarına doğru değişmeye başlaması ve bir de arkasından yağmur yağması bana hep değişik şeyleri düşündürür. Umarım bir arızam yoktur! Selam ve saygılarımla…
YORUMLAR