“Seviyorum ülen!”
Yalan değil sahiden seviyorum.
Bir tokat sesi duyamazsınız, beklemeyin.
Hatta itiraf edeyim taa gençlik yıllarıma dayanır sevmem.
Yetmişli yıllarda ve daha öncesinde doğanlar ve daha eğlenceli bir meşguliyet ve eğlenme imkânı bulamayanlar da benim kadar seviyorlar eminim.
Sanırım neden bahsettiğimi anladınız.
Eski Türk Filmleri… Evet, gerçekten çok seviyorum.
O zamanlar -bu kadar kanal yokken- sadece cumartesi akşamlarında tek bir "Türk Filmi" yayınlanırdı. Reklamı hafta içi sürekli verildiğinden de heyecanla beklerdik. Gözü kaşı alımlı, koca gözlüklü, fedakâr kızların güzel olduğuna; saçları arkaya taralı, fakir ama gururlu erkeklerin yakışıklı olduğuna o yaşımızın verdiği masumiyetle inandık. Hatta ben filmde ses sanatçısı rolünde olanlara daha fazla hayrandım. O sesin ona ait olduğunu zannederdim. Kötü karakteri oynayanların oyunculuğuna gıpta etmek yerine oyuncudan nefret etmeyi seçmemiz de bu sebeptendir. “Robdöşambr giyip, “nı ha ha ha” diye gülen, gömlek düğmesinin üsten üçü muhakkak ki açık, dansa, içkiye, kadına düşkün karakterlerin yüzünden, ayrılmayan sevdalı, dağılmayan yuva kalmazken; sevdiği adama ufak bir hatasını yanlış anlaşılmaktan korkup anlatamayan kadınların işlerinin arapsaçına dönmesi nedeniyle sinirden kendimizi yerdik. Zeki Müren de bizi görmediği için elimizden bir şey gelmezdi.
Çok şey öğrendik izlerken…
“Al Yazmalım” filminde gençlik yıllarında İlyas’ın tarafındayken büyüdüğümde, -hayatın gerçeğiyle yüzleştiğimde- Cemşit’in tarafına geçenlerden oldum.
Aşkı filmlerden öğreneceğimizi sandık belki de. Hayat boyu o karakterleri aradık etrafta. İltifat edenlere inanamadık, çapkın erkek rolünde bize çapkınları da öğretmişlerdi. Aliye Rona, Erol Taş bize zalim insanı anlatırken Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray bize sevdayı anlattı. Fatma Girik daha çok ana rolünde hafızalara kazındı. “Boş Beşik” “Canım Kardeşim” gibi filmleri ilk izlediğimde üzüntüden travma geçirecektim.
Kartal Tibet, Cüneyt Arkın, Murat Soydan, Ediz Hun, Tarık Akın gibi oyuncular o yıllarda genç kızların hayran oldukları kişilerdi. Gerçek adlarının ekranda akanlar olduğunu zannederdik. Küçüklere masalla anlatılan iyi-kötü, doğru-yanlış kavramını biz o zamanlar çeşitli aile filmleriyle öğrendik. Münir Özkul’un Adile Naşit’in gizil öğrenmemelerimizde çok hakkı vardı.
Ne kadar masumduk, ne kadar inanmaya hazır. Belki de hayat boyu bize söylenen her yalana da bu yüzden inandık.
Kanalların çoğalmasıyla, yeteneksiz kalabalığın topluma uygun olmayan senaryolarla karşımıza çıkmasıyla bozulduk belki de.
Ben televizyon seyretmem. Dinlenmek için sonunu bildiğim eski filmleri izlemeyi yeğlerim. Sonunu tahmin etmekte zorlanmadığımız o filmlerin tadı şimdilerde yok sanki.
Filmin başında mutlu iki kişi varsa bilin ki çıkacak sorun ikisini ayıracaktır. Kavgayla başlayan arkadaşlıklar aşka dönüşse de kavuşanların sayısı bellidir.
Senaryo yazarlığı dersi almadan önce okuduğum senaryo yazımı kitaplarından da biliyorum bunu.
Bir silah görünüyorsa bir sahnede, film bitmeden patlamalı, iyinin rakibi olmalı, kötü önce kazansa da sonra ne olacağı belli olmamalı.
Kadın eski filmlerimizde güzel, her türlü cefa ve acıya katlanan, sevdiğinde ölene kadar seven, evinin kadını, çocukların anası olmak isteyen; erkek evini geçindirmek için zorlu işlerde çalışan, sadık, hırslı, keskin kişilik özellikleri ile sunuldu bizlere. “N’ayır, n’olamaz” derken inleyen ses tonları beynimizde yer etti. “Bu bahsi kapatalım lütfen kuzum…” diyen zengin erkeğin ikna kabiliyetine hayran kaldık zaman zaman.
Bir film boyunca pişmiş tavuğun başına gelmeyen şeyler gelir oyuncuların başına. Acı çekerken bir gecede beyazlayan saçları gördü bu gözler… İzlerken bir bardak suyumu içene dek beş yaşından yirmisine gelen kızlar bize hayatın ne kadar hızlı aktığını göstermek istemiş meğerse. İmkân olsa ekranı delip çocuğa “O senin baban” diyecek kadar sabırsızlanırdık izlerken. Fabrikatörün fakir gence teklif ettiği parayı biz çarpmak isterdik yüzüne. Merdivenden düşünce kör olan, içkisine katılan ilaçla ya ses telleri ziyan olan ya film repliğine göre kirletilen, kaza yapınca hafızasını kaybeden sanatçılarla büyüdük biz.
Onlar iyileşene kadar harap olurduk üzüntüden.
Üzülmeyi de öğrendik eski filmlerden…
Gözyaşlarımızın sel olduğu sahneler bitmezdi. Mahkemenin son anında yetişen şahide sevinir, suçsuz yere hapse girene yakınımız kadar üzülürdük. Araya giren reklamlar olmasa kalkıp bir bardak çay alamazdık. Tekrarı da yoktu, şimdiki gibi geri alması da.
O zamanın imkânsızlıkları ile aynı senaryonun farklı kişilerle çekilmiş versiyonlarını da izlemek zevk verirdi bize. Hele aynı kadro ile birçok film…
Velhasıl…
Kısacası “Seviyorum ulen!” derken yalan söylemedim size. Vallahi seviyorum. Fakat “Reca edeceğim, bu bahsi kapatalım.”
YORUMLAR