KAMİL BAYSAL

KAMİL BAYSAL

[email protected]

KENDİNİ BİLMEK - 7

28 Nisan 2025 - 00:00

Bazen gerçekten soruyorum kendime; kendini bilen birisi var mıdır?  Bu iş o kadar zor ki, kendimi bildim diyenin yalan söylediğine inanasım geliyor.  Bununla birlikte kendimizi bilmeye çalışırken bana çok ilginç gelen bazı bilgileri alıntılamak ve sizlerin dikkatlerinize sunmak istedim.“Mitokondriyal DNA bölünmez ve karışmaz; büyük annenizden annenize ve ondan da size geçen, yadigar bir dantel örtüsü gibi.” (Katie McKissick, “Ben Bilmem Genim Bilir”, Çeviri: Samet Öksüz, Say Yayınları, s.71)

Her birimizin milyarlarca hücreden oluştuğumuzu hiç düşündünüz mü? “Nobel ödülü kazanan Paul Nurse, tek bir hücrenin yapabildikleri ve yönettiği süreçler hakkında, şöyle yazıyor: “çapı ancak mikrometrelerle ölçülebilen bir hücrenin içinde, eş zamanlı olarak, binlerce kimyasal reaksiyon gerçekleşiyor. Bu gerçekten olağan üstü ve harikulade bir şey” (Hayal Bile Edemeyeceğimiz Varlıklar Kitabı, Caspar Henderson, Metis Yayınları, Çeviri:Deniz Keskin s.409)

Hücre bütün canlılarda var ve olağan üstülükler yalnızca insanlarla sınırlı değil. Örneğin, Kıyı koşarı (Kum kuşu) nın yaşantısı hayranlıkla karşılanacak özellikler sergiler: “Kervan çulluğuna yakın bir tür olan (çamurda, balçıkta yaşadığı için kumkuşu (limicolae) adı verilen, bu küçük kıyı koşarı, yaşamını bataklıklarda, haliçlerde geçirir ve ilkbaharda Arktika’ya yuva yapmaya gider. Bu türün Alaska ile Yenizelanda arasını, yani on bir bin beş yüz kilometreden fazla mesafeyi, bir çırpıda aşabildiği, uydu takip sistemi yerleştirilen bir kuş sayesinde keşfedilmiştir. Saatte yetmiş kilometre hızla tam bir hafta uçmak! İki yüz elli gram ağırlığında bir canlıdan bahsediyoruz. Ve kıyı çamur çulluğu, bu molasız uçuş boyunca, beyninin sadece yarısını devre dışı bırakarak uyur. Bir an bu şekilde uyuduğumuzu hayal edelim: Beynin bir küresi uykudayken, diğeri akıllı telefonla oynuyor ya da araba sürüyor. (“Kuşların Felsefesi”, Philippe J.Dubois- Elise Rousseau, Çeviri: Murat Erişen, Domingo yayınları s.28) Üstelik ne kadar yetenekli olursanız olun size “kuş beyinli” denilmeye devam edilecektir.

 Akciğerlerimiz hiç dikkatinizi çekti mi? “Dokuları o derecede narindir ki akciğerler, ruh kadar hafiftir. İçlerindeki zarlar, tıpkı yaprak döken ağaçların dallarındaki yapraklar gibi, havayla temas yüzeyini olabildiğince geniş tutacak şekilde dizayn edilmiştir. Yaprakların havadan karbondioksit alıp, oksijen vermesine benzer şekilde akciğerler de, havadan oksijen alıp dışarı karbon dioksit verir. Bir yetişkinin akciğerlerindeki bütün zar yapısını açabilseydiniz, on beş-yirmi yaşındaki bir meşe ağacının bütün yapraklarına eş değer, doksan metre karenin üzerinde bir yüzey elde ederdiniz.” (“İnsan Vücuduna Seyahat” Gavın Francıs, a.g.e, s.75)

Veya ortalama bir insanda, kan damarlarının uzunluğu ne kadardır? Oldukça ilginç bulacağınıza inanıyorum: “Uçtan uca bağlansa vücudun tüm kan damarları 90.000 km uzanırdı. Düşünün ki ekvatorda yer yüzünün çevresi 40.000 km kadardır” (Kevın Langford, “Anatomi 101” Say yayınları, Çev:Berna Asuman Uzun, s. 150)

 Bir de beyin hakkında az bilinen bir duruma bakalım: “Beyindeki tüm sinir liflerini uzatıp uç uca eklerseniz, dünyanın etrafını dört sefer dönecek kadar uzun bir hat oluşur. Bu kadar çok lifin, kafatasının kısıtlı alanının içine sıkıştırılmasının sonucunda, karmakarışık bir düğüm elde edileceğini düşünebilirsiniz. Ama matematikçiler aslında, bu yapıyı yakından tanır; bu bir tür “küçük dünya ağı”dır”( New Scientist, “Beynimiz Nasıl Çalışır”, Çeviri: Evren Topaktaş, Say Yayınları, s.25)
 Ya da, “Döl eşi” denilen, ceninin içinde yaşam bulduğu oluşumdaki mucizeyi düşünün. “Menekşe rengi bir kan pıhtısına benzeyen “döl eşi” annenin vücudundan yatağa doğru kayıverdi. Oldukça yuvarlak, ağır –yarım kilodan fazla- ve yaklaşık 2.5 cm kalınlığındaydı. Gebeliğin erken döneminden itibaren, gelişmekte olan cenine oksijen, şeker ve besin taşıyıp karbondioksit, üre ve diğer yan ürünleri anneye geri götürmesi gerekmişti. Bu olağan üstü alış verişte nabız basıncını, bebeğin gelişmekte olan kalbi ayarlamıştı. Annenin kanıyla bebeğin kanı karışmaz ama, her ikisinden gelen kılcal damarlar, plasanta da birbirine o kadar yaklaşır ki, sanki bir milyon minicik el, plasanta da parmaklarını birbirine kenetler. (…) Anatomimizin çoğu unsuru, işlevini yitirmeye başlamadan önce, nereden baksanız kırk elli yıl bizi idare eder ama, sadece sekiz dokuz ay boyunca varlığını sürdürecek bir organ, bize insan dokusunun ne denli narin olabileceğini gösterir. (“İnsan Vücuduna Seyahat” Gavın Francıs, a.g.e.S.193-195)

 Tamamı enteresan olan alıntıdaki şu ifadelere özellikle dikkatlerinizi çekmek istiyorum. “Annenin kanıyla bebeğin kanı karışmaz ama, her ikisinden gelen kılcal damarlar, plasanta da birbirine o kadar yaklaşır ki, sanki bir milyon minicik el, plasanta da parmaklarını birbirine kenetler”

Bilindiği gibi insan oksijensiz yaşayamaz. Peki her hücremiz ihtiyaç duyduğu oksijeni nasıl alır, hiç düşündünüz mü? “Yaşamak için nefes almak zorundayım çünkü bedenimdeki her hücre oksijene muhtaç durumda. Nefesi içime çektiğimde oksijen akciğerlerime dolar fakat sonrasında o oksijenlerin hücrelerime ulaşması için bir nakil yöntemine ihtiyaç duyarım. Kendi elektronlarına tutunma meyli gösteren altının aksine demir, elektronlarını sürekli paylaşmaktan mutluluk duyan cömert bir arkadaşımızdır. Oksijen de diğer elementlerden elektron almaya can atan bir kişiliğe sahip olduğu için ikisi arasında çok sıkı bir dostluğun tohumları atılır. Kan ciğerlerimdeki oksijenle buluştuğunda bunu fırsat bilen oksijen kendisini kanımdaki moleküllere bağlı olan demire bağlar. Bu yolla kan oksijeni vücudun en ücra köşelerine kadar taşımış olur. Hücrelerimde de demir ve oksijeni birbirinden ayırmaya ikna eden başka moleküller vardır ve bunun sonucunda yalnız kalan demir damarlar vasıtasıyla yeni oksijenlerine kavuşacağı kalbe doğru tekrar yola çıkar” Anja Royne, “Elementler”, Orenda Kitap, Çeviri. S. Emre Bekman s.46

 Güneşten gelen ışığın sayesinde görme işlemini nasıl gerçekleştirdiğimize daha önce işaret etmiştik. Ancak gördüğümüz şeyin zamanlamasında sorunlar bulunmaktadır. Andromeda galaksisini gözlerken şu bilgi hiç aklınıza geldi mi, geldi ise, derin bir ürperti hissetmediniz mi? “Berrak bir gecede, dışarıda durup gökyüzüne baktığınızda, ayın 1.25 saniye önceki halini, en yakın yıldız sistemi Alpha Centaury’nin (gerçi bunu görmek için güney yarım kürede olmanız gerekir) 4.3 yıl önceki halini, Andromeda Galaksisinin ise (çıplak gözle görülebilecek en uzak cisim) Homo Erektus atalarımızın, Afrika savanlarına ilk yayılmaya başladığı 2.5 milyon yıl önceki halini görürsünüz.” (“Dünyanın Tüm Dertleri” Marcus Chown, Çev: Zeynep Arık Tozar, Domingo Yayınları s .255)

 Kendinizi tanımanıza bir zerrecik bile katkım olduysa ne mutlu. Çünkü kendini bilmeyen başkasını hiç bilmez.

 

YORUMLAR

  • 0 Yorum