Ruhu acıyordu ama daha çok saçları acıyordu. Yaprak misali oradan oraya savrulurken hıncını ilk önce kendinden sonra etrafındakilerden alıyordu. İnsanlar kötü, insanlar kötü diye içinden durmadan tekrar ediyordu bu sözleri. İyi olanı bilmediğinden belki de kötüyü tanımlamak daha kolayına geliyordu.
Acıyan saçları her gün başka renk olsun istiyordu, bu bir anlamda yeni bir güne meydan okumak gibiydi. Değişmeyen ruhunun değişen parçaları, saçı, kaşı, gözü, kıyafeti. Ben buradayım demenin bir başka yolunu seçiyordu.
İsyan bayrağının ipi ellerinde istediği zaman göklere çıkarıyor, istediği zaman yas tutan bayraklar gibi yarıya indiriyordu. Kimi zaman isyan, kimi zaman öfke, kimi zaman suskunluk ama çoğu zaman feryat figan ediyordu. Zamansız düşen cemreler gibi ruhu üşüyordu.
İçinde yürüyüp giden rotası belli olmayan bir gemi, koskocaman okyanusta yol alıyordu. Derine derine denizde yol alırken dalgalarla boğuşan ruhu sükuneti istemiyordu, bu onun meşguliyetiydi. Zaman zaman bir Don Kişot gibi hissediyordu kendini ve yine içinden aynı cümleleri tekrar ediyordu. İnsanlar kötü, insanlar kötü.
Gözünün önündekilerde, gözlerinden uzaktakilerde aynı çarkın insanları kim doğru kim yanlış karıştırıyordu. Bu dünya da varlığının en güzel ispatıydı belki de kim bilir ‘’ Siz böyle olduğunuz için ben siz gibi değilim’’ Demek. Onlar gibi olmamak için çıkardığı isyan bir savaş alanına dönüşüyordu ve en çok da bu savaşta yaralanan kendisi oluyordu.
O kadar habersizdi ki kendinden, saçının telinden tırnağına kadar acıyordu, acıtıyordu halbuki. Ona bakan içine içine göçen gözlerinin derinliğinden anlayabilirdi ne kadar çok hırpalandığını ve kendini ne kadar çok hırpaladığını.
Telekleri yanmış bir turna kuşu savruldukça gökyüzünde, fırtınalar koparıyordu bulutlar. Güneş yüzünü döküyordu yerlere. Yağmur gözyaşları ile yarışıyordu. Boşlukta kanadı yaralı bir turna kuşu çarpışa çarpışa içinden kopan fırtınanın dinmesini bekliyordu.
Onu anlamak, onun kanadını onarmaya yetmiyordu. Kendine söz verdiği bir intikam yemini olmuş olmalı ki, hem kendini, hem diğer kuşları bile bile savaş meydanına çekiyordu. İnsanlar kötü, insanlar kötü, herkes bir gün ölecek, herkes bir gün değil her gün ölecek. Her gün ölüp ölüp dirildiği bu dünya da kafa kafaya çarpışan iki araç gibi her gün kendisiyle çarpışıyordu. Sonun da sağ çıktığı bu savaştan yeni baştan tam tekmil kılıçlarını kuşanıyor ve yeniden başlıyordu hayata.
Yanlışlara çarpa çarpa doğruyu bulma gibi bir ihtimali de yoktu. Kendini tanıyordu, onay da beklemiyordu. Hayatın üçüncü gözü vardı ve o hep oradan bakıyordu. Gördüğü tüm iki gözlülerin nasıl kör olduğunu bildiği için yanında taşıdığı hep bir üçüncü gözü cebinden hiç çıkarmıyordu.
İki göz, iki kulak, iki ayak, iki el nasılda şirazeden çıkıyor ve onun hiçbir yarasına merhem olmuyordu. İnsanlar kötü ,insanlar kötü diye durmadan tekrarladığı zamanlarda üçüncü gözünü takıyordu. Üçüncü göz onu ayakta tutuyordu. Üçüncü gözü kimse bilmiyordu, olabilecek ihtimaller için taşıdığı üçüncü göz onu bir başka dünyaya taşıyordu.
Orada bir başka dünya vardı, şahit olduklarından başka, yaşamış olduklarından başka, herkesin mutlu olduğu, cinsiyet ayrımının olmadığı, yalansız bir üçüncü gözün dünyası. Hırpalanmış yüreğinden uzaklaştığı, acıyan saçlarından renk renk çiçeklerin açtığı, açık kalmış bir radyonun bazen müzik bazen tiyatro oynadığı, bazen de frekansları karışmış cızırtılı bir gürültünün içinden koşa koşa saklandığı üçüncü göz.
Kim bilir üçüncü göz onu nerelere taşıyacak. Bile isteye gitti bir yol değil. Bu rotası belli olmayan bir yolculuk, bu iki gözlü olanlardan bir kaçış. Kendine vardığında hiçbir göze ihtiyacı kalmadan , artık ezberlediği yoldan geri dönebilecek mi kendi de dahil hiç kimse bilmiyordu.
YORUMLAR